Ana içeriğe atla

KÖYLÜ… KIZ KEZBAN

 


KÖYLÜ… KIZ KEZBAN

 

 

Sabahın erken saatleriydi, bölgede 3 gündür kar fırtınası vardı, yoğun rüzgarla kırbaç gibi yağan ince kar insana nefes aldırmıyor, her şeyi zora, ister istemez kanlı bir mücadeleye sokuyordu. Dağın yamacında 3 kişi kaplumbağa gibi ilerlemeye çalışıyordu, dizlerine kadar kara batmışlardı, bu üç adam elektrik onarım arıza ekibiydi, adamlardan biri çok öndeydi, yumuşak ve derin karda ilerlemekten nefes nefese kalmışlardı ve tamir çantası, ve boyunlarına asılı halatlar vardı, elektrikleri kesik olan köye ulaşmaya çalışıyorlardı. Ölüm tehlikesi altına çok zahmetli

bir yürüyüşten sonra yamacın bir noktasında elektrik direkleri göründü, gri renkli dört ayaklı elektrik direkleri, Sibirya’daki evler gibi buz tutmuştu, saçaklar oluşmuştu, antik çağlardan bir kesit gibiydi, ya da buzul çağından.

Yakında bakımsız; ama sert bir köpek, bir kadın ve bir adam göründü, ekibi bekleyen köylüler. Arıza olunca bu ekip kar fırtınasında bile, çığ altında kalma riskini göze alıp mutlaka onarıma giderlerdi, üstelik kurt tehlikesi de vardı, buz tutan elektrik direklerine tırmanacaklar, arızayı bulup yok edecekler, onlarınki bambaşka bir mücadele ve azim türüydü. Anadolu’nun birçok bölgesinde işlerin ruhunda bu vardı; canla başla mücadele, ölümüne mücadele. Ve bu mücadele meşhur bir haber ajansının sitesine yansıyacaktır.

Mezrada eski ahırın girişinde, kirişte bir çift yabani güvercin vardı, posurmuşlardı, tüylerini temizliyorlardı, ahırın sağında az ilerde tek katlı bir ev vardı, penceresinin pervazları maviye boyalıydı, akrebin yaklaşmasını  engellemek için mavi boyarlarmış. Bazı zararlı böceklerin çiçeklenen meyve ağaçlarının çiçeklerini yediği ve çiftçilerin onları tuzağa düşürmek için ağaçlarına altlarına su dolu mavi leğenler koyduğu ve mavi rengin cazibesine kapılıp öldükleri bir gazetede haber yapılmıştır.

Ahırın yakınlarında başka bir kulübe vardı, içerde genç kız ve annesi vardı, kadın tandırda ekmek pişirirken kızı ona yardım ediyordu, 17 yaşındaki Kezban kır çiçeklerini andırıyordu, yüzünde her zaman tatlı bir sakinlik olurdu, anne sözü dinler ve kendi düşüncesi başka olsa da annesine uymayı bilirdi, annesi Ayşe buna bayılırdı, ateş çukuru yanında bağdaş kurmuştu, hamuru tandırın yan duvarına yerleştiriyordu küçük yastıkla.

Kezban, kirli ufak pencereden dışarı baktı: “Kar güzel yağıyor.”

Annesi geçen kış ayından, sıkıntılı bir günden söz etmeye başladı. Lafı bitince sessizliğe gömüldü, işini yapıyordu ritmik hareketlerle, zor’a alışındı, kaygısı kızı bunları çekmemeliydi, bu konuda öğütlere başladı, arada başını çevirip kızının onu ciddiyetle dinleyip dinlemediğine bakıyordu, ona bakmayı seviyordu. Mücadeleci elleri iş yapmaktan kösele gibi sertti, oysa 15 yaşında su ve ışık kaynağı gibiydi; yumuşak, tatlı, zarif. Oturduğu yerden kalkıp tandırın içine ekmeği yerleştirmek, yan duvarına yerleştirmek kolay değildir. Elin yanar, ısıya dayanamaz, bu işi sadece bilenler becerebilir, kızgın duvara hamur yapışır, sakız gibi. 15 yaşında evlenmiştir, buralarda böyleydi eskiden. Ve buna ‘kader’ denir. Aslında bunun asıl adı ‘cahillik’di ve kızının bu mağara şartlarından kurtulup kendi hayatını kurması en çok istediği şeydi.

Kezban, abisinin kitapları okurdu, ve ona ikinci el kitaplar getirirdi abisi, ikinci el kitaplar çok ucuzdur, yeni çıkan kitaplar kısa sonra sahaflara düşer. Kezban o kitaplardan kafasında kalanlardan annesine söz ederdi, güya annesine yeni bir şey öğretecekti, feleğin çemberinden geçmiş annesi ise onu güzelce dinler, ve gerekirse yeteri kadar konuşurdu, hayat bilgisi ve tecrübelerle karşılık verirdi, onu bambaşka yerlere sürüklerdi tertemiz ruhuyla. Kezban okulda başarılıydı, çok çalışırdı, annesi ona iş buyurmazdı bu sıralar, kitap okumayı çok severdi Kezban, sanki böyle düşsel bir anahtar edinecek, fantastik ya da adım atılmamış dünyaların sırlarına erecekti, bazen zorlanırdı, ama bir kitabı inatla zorla bitirince sınıf atlamış gibi sevinirdi, çağları aşmış gibi. Dağdaki bu zor yaşantı insanın ya ermesine ya delirmesine ya da müthiş bir motivasyona yol açardı. Bu düzen değişmeliydi, değişmiyorsa Kezban yer değiştirmeliydi ve bu onu çok heyecanlandırıyordu: Annesine üniversiteyi kazanınca olacaklardan söz ediyordu. Annesi bir şey dedi ve güldü, kadının ön dişlerinden biri kırık ve simsiyah olmuştu, birçok dişinin de yaptırılması gerekiyordu; ama yıllardır bunun üstüne düşmemişti, “para yok” diyordu, para olsa da. Kendisini ailesi için, ailenin güvenliği ve iyiliği için parçalayan bu kadının rahat bir yaşam sürmesi gerektiğini düşünüyordu, bunun için bir şeyler yapmalıydı! “Param olunca” der, başlardı anlatmaya, annesi gülerdi.

 “Dişini yaptıralım anne.”

“Yaptırırız; kafanı takma…o kolay iş…”

Buralarda, işsizliğin olduğu bölgelerde kırsal kızları okumazsa gurbete çıkıp tarlalarda işçi olarak çalışırdı köle gibi. Evlenirlerdi, evlenirlerse yine çalışırlardı, kölelikten bir türlü kurtulamazlardı, evlendiklerinde esaslı kölelikleri başlardı ve beş altı çocukları olur, çocuklar büyür, ailecek köle olurlardı tarlalarda, domates tarlası, patates tarlası, soğan tarlası, akşama kadar patates topla, çuvallara doldur, tepende kızgın güneş varken belin kırılır, ayakların mahvolur. Bu zorluk, bu mücadele biçimi İstanbul’da yaşayan genç kızların asla kavrayamayacağı bir zorluktur. Gramını bilemezler. Kırsal kızları evlenirseler bu işin içinde  ‘sevmek’ (sevdalık çekmek) denen şey

yoktur, genç kızı namusuyla vermek, meselesi vardır, bir kaza çıkmadan. Ailelerin temel gayreti bunun içindir. Bu yamaç, mezra bölgede fazla kimse yoktu, birkaç yavan ve hayat neşesiz ev var, aradaki mesafe büyük, gençler yoktu buralarda, birkaç nene, dede, yaşlı çiftler…

Kezban’ın içini dökebileceği, şakalaşabileceği dengi yoktu, acı ve sonu gelmez bir yalnızlık hissederdi. Geçen yıl en yakınlarındaki bir aile mezrayı terk etmişti. Üniversiteyi bir kazansa…Gençliğini alev alev hisseden genç kız elbette mezraya sığmaz, bu kayalık, taşlık bölgede, verimsiz arazilerin olduğu… Kendini, zihnini ve yüreğini üniversiteye, büyük ve gelişmiş şehre, o coşkulu ve renkli koridorlara atardı, şamatanın tadını çıkaran gençlik…

Kişisel gelişimi için en iyisi olacaktı, orada kendini gerçekleştirebilecekti. Geceleri buraları kapkara olurdu, insanın iyice canı sıkılırdı, burası bir tutsaklıktı, buradan alacağı dersleri almıştı.

Akşam olmuştu, bu başka türlü siyahıyla insanın iyice ezen, insanın ruhuna saldıran bir karanlıktır, evin salonu gaz lambasıyla aydınlatılıyordu burada elektrik hiç olmamıştı, evin abisi güneş enerjisiyle bir sistem yapmış, sık sık arıza vermişti. Bir yanı yamuk kuzine tipi sobanın yanındaki divanda evin reisi Mustafa uzanıyordu, bir haftadır hastaydı, öksürüyordu, karısı sofrayı hazırlıyordu, Kezban annesine yardım ediyordu: Bulgur pilavı, yoğurt, tarhana çorbası, haşlanmış patates vardı yer sofrasında. Mustafa, divandan zor doğruldu, sofradaki malum yerini aldı, sofra kalabalıktı, aç ve ufak vampirler gibiydi çocuklar, 7,9,12,14 yalarındaydı.  Dokuz yaşındaki erkekler ikizdi, diğerleri kızdı. İkizler tahta oyuncak at konusunda paylaşım kavgasına girmişlerdi. Anne onları avutup susturdu. Bir tür istila gibidir sıkıntıydı ufak çocuklarla yaşamak, biri rahat dursa öteki durmaz. Doydular ve sofradan uzaklaştılar, biri birinin saçını çekti, öteki onun kulağını ısırdı, yeni bir kıyamet koptu, anne bu kez yumuşak davranmadı, ikisine de birer şamar indirdi. Her sabah güzel bir şey yemek isterler, patates kızartması mesela, her gün yenmez ki! Bulduğunu yiyeceksin! Sonra çocuklar uykuya daldı, herkese bir yorgunluk, küskünlük çöktü.

Sonra evin en büyüğü, abi Habib geldi eve, siyah eski parkası karla kaplıydı, turuncu beresini çıkardı, çok üşümüştü, sobanın başına tünedi. Isınınca babasına baktı, ona göz kırptı, neşesi yoktu; ama böyle hareketleri severdi, babası ona gülümsedi, babasıyla birkaç laf etti, baba sorular sormuştu, ikizlere aldığı simitleri kapının arkasındaki askıya astı. Kasabada tüpçüde çalışıyordu, iş arkadaşlarından ve kazandığı para miktarından memnun değildi, onca emeğine rağmen sömürüldüğünü hissediyor ve insan yerine konmadığını açık seçik görüyordu, hayvanlara bile böyle davranılmazdı, para için katlanıyordu, patronun kardeşi iş arkadaşıyla tekme yumruk kavgaya tutuşmuş, ikisini kamyonetin şoförü zor ayırmıştı.  Hafta içi eve gelmezdi, hafta sonu sadece Pazar günü gelirdi motosikletiyle, normalde tüpçü dükkanının arkasındaki depoda kalırdı, bugün ise mezraya güç bela gelmişti, moral bozukluğundan, böyle iş olmaz olsundu, ev yok bark yok, aile yok, it gibi 2 metre kare bir yerde yatmak! Kuduz köpek gibi saldıran iş arkadaşları! En ufak yanlışta, hatada. Bu bölgeyi, şehri terk etmek düşüncesi nicedir kafasındaydı. Babasına bu düşüncelerini açtı. Mustafa, yaz ayından beri doğru düzgün çalışamıyordu, belinde bir sıkıntı vardı, köyde bir ahırın tamirini yaparken düşmüştü, bir kere doktora gitmişti, fizik tedavi dediler, Mustafa uğraşmadı, “para olsun bakarım icabına, dinlenirim, yatarım iyi olurum” diye düşünüp savsakladı işi. İyi hissettiğinde bahçeye çıkardı. Mustafa Habib’le inşaat ve tamir işleri yapardı gurbette, olmadı, ekin biçerlerdi, çiftliklerde çalışırlardı, babası belinden sıkıntı yaşayınca tüpçüye girmişti. Sohbete Ayşe de dahil oldu, karı koca burayı terk etmeyi hiç istemese de proje çocukların geleceğine ışık tutacağından dut yemiş bülbül gibi oğullarının azimli sözlerini dinliyorlar, ses etmiyorlar, edemiyorlardı, oğul çektiği sıkıntıları, acılar karşısında yapayalnız kaldığını öfkeyle anlatıyordu: “Orada her şey çok güzel olacak anne! Herkes gitti buradan, bir biz kaldık.”Beş sığır, altı koyun üç keçi, bir at, bir eşek, yirmi tavuk… bunlarla nereye kadar gidebilirsin? Ot bulmak sorun, samanın fiyatı her yıl artıyor. Bunlar çekilecek dert değil!”

Ayşe, sabah ezanı okunurken trink uyanırdı, cami uzaktaydı; ama ezan sesi silik de olsa buraya ulaşırdı, yaz günleri pencereyi açar, kollarını pervaza dayar, evin önünü, kuru manzarayı seyreder, ezanı dinlerdi, bu onun en iyi hissettiği, en huzurlu saatleriydi, namaz kıldıktan sonra karanlıkta ahıra gider, hayvanların bakımını yapardı; bunların sütünü, yoğurdunu, çökeleğini, peynirini, tereyağını satardı kasabada. Yine öyle, erkek bir sabahtı, oğlunun isyankar sözlerini düşünüyordu, huzur hissetmiyordu bu kez, kafasında köyde kalmak için sebepler yaratmaya çabalarken, çocukların okula gidip gelmesi cehennem kadar eziyetti, çamur batak ve ölümcül çığ tehlikesi vardı, kurt tehlikesi, burada doktor da yoktu. Çocuklar eve ayakları buz kesmiş ıslak.. dayak yemiş köpekler gibi gelirdi…Bu elektriksiz ev…buzdolapsız… susuz…sıcak susuz…şuursuz…Oğlu şunu demişti: “Ev denilen yerde evde sıcak su olması lazım, hangi çağda yaşıyoruz, mağarada mı?”

Büyük şehirde insanlar sıcak sulu banyolarında pahalı kedi ve köpeklerini lüks şampuanla yıkarken küvette, minik sarı ördek suda yüzmekte kedi şakalaşsın diye…Bizim sistemimiz ilkel insanların sistemi, bu düzenin değişmesi lazım bence. Benim hırsım değil; biz.. bizim için…hepimiz için iyi olanı diyorum, buradan gitmeliyiz medeniyete! Başka çare yok! Düşünün taşının karar verin.”

27 yaşındaki Habib hiçbir zaman ailesini yarı yolda bırakmamış, zaman zaman babasının önüne geçer, evin reisi olurdu, ona çok güvenir ve severlerdi, Habib yanlış iş yapmazdı, yanlış düşüncelere sapmazdı, iyisini bilirdi, uyanıktı, her yerde tutunur ve barınırdı, kendini sevdirirdi, kedi gibi dört ayağının üstüne düşerdi. Habib, günlerce onları göç projesi konusunda telkinlerde bulunak motive etti ve istediği oldu sonunda.

Yaz ayıydı, Kezban üniversite sınavlarında başarılı olmuştu. Ve aile göç etme vaktinin geldiğine karar vermişti. Hayvanları sattılar, kap kaçağı, yatak yorganı kamyonete yüklediler, önde çok yer yoktu, aile üyeleri eşyaların arasına, üstüne oturdu, sarılıp vedalaştıkları birkaç kimse oldu.

Sarı eski kamyonet bir Güney Doğu ilinden İstanbul’a doğru hareket etti.

Metropolün köprüsünü uzaktan gördüklerinde, içlerini yeni ve rahat bir yaşama başlamanın heyecanı sardı. Sarı kamyonet ilerledi, ilerledi, ilerledi, yanlarına getirdikleri yiyecekleri yediler. Bazı benzinliklerde ihtiyaç molası verdiler. Yorucu saatlerden sonra kamyonet zifiri karanlıkta ilerlemeye başladı, aniden yola çıkan bir canlıya çarpı kamyonet. Neyse ki ciddi bir şey yoktu, yuvarlanan canlı on metre kadar ilerde yerde can çekişir gibi kımıldadı ve aniden ayağa kalkıp karanlıkta eriyip kayboldu. “O da neydi?” dedi şoför, olay hakkında yorum yapıyorlardı, arkada duran taksi şoförü fırlayıp gelmişti yanlarına, sigara yakmıştı: “Mandaya çarpıtınız. Kimse önlem almıyor, alamıyor, mandaların küpesi olmalı, bunun yüzde yüz yoktur, küpesi olsa kime ait olduğu ortaya çıkar, yetkililer de malın sahibini bulup ceza keser; ama mal sahipleri kulaklardaki küpeleri söküyor ki tespit yapılamasın. Bu bölgede böyle kazalar sık olur, ölümlü kazalar oldu, siz ucuz atlattınız kardeşim” deyip şoförün sırtını sıvazladı.

Millet araca geçerken; “medeniyete geldiğimizi sanıyordum!” diye düşündü Kezban, tam bunu dile getirecekti, “sussam iyi ederim” diye düşündü.

Şoför ve Habib kamyonetin önüne geldi, aracın sağ kısmında, ucunda bir ezik vardı.

Şoför, kasabadan Habib’in çocukluk arkadaşıydı.

“Hasarın ücretini öderim.”

“Yok aslanım” dedi Fatih, “biraz ezik olmuş, çocukluktan kalma izler var kafamda, babam tabak fırlatmıştı. Yarıldı; ama düzeldi, dikişsiz…bu da onun gibi bir şey. Yüzünde yara izi olan mert görünür.”

Gülüşme koptu bir anda.

Kamyonet yola koyuldu, yokuş çıktı, döne döne orman içine giden yolda ilerliyordu, Habib, yorgun şoförden direksiyona devraldı. Sonunda açık mavi boyalı tek katlı bir evin önüne geldi kamyonet. Sevinç kısa sürdü. Habib, bir dostunun ayarladığı ev burası değildi, buralarda bir yerde olmalıydı, civarda tek tük evler vardı, iki tarafı ağaçlı yolda ilerliyordu araç, yolda bir adam göründü, genç adamın bağrı açıktı, saçı sakalı birbirine karışmıştı, koltuk değnekleri vardı. Bir elinde içki şişesi, diğer elinde sigara.

“Şuna evi soralım?” dedi Fatih, “klas birine benziyor, filozofun birini aklıma getirdi. Dilimin ucuna geldi; ama çıkaramadım.”

Habib, ona ters ters baktı: “Yok ya, ucubenin teki bu.”

“Hah, Soktates bu ya,” dedi gülerek.”

Sokrates, yolun ortasındaydı, hakkında edilen sözleri duymuştu,

Habib, “bu delinin işi ne burada?” diye söylendi.

Sokrates, gülümsedi.

Habib, kornaya bastı, “aman dikkat seni ezmeyeyim birader.”

Bir ucube olarak kesinlikle ölmeyi hak ederim.”

“Ya kusura bakma dayı, esprisine dedim, ” dedi, “şey soracağım sana?”

“Dengim birisin, dayı deme bana.”

“Arkadaş” dedi Habib, aradığı evi tarif etti, yerini sordu.

Sokrates, şoför mahalline iyice yanaştı. Düşündü. Bu sırada sigara dumanını onun yüzüne üfledi. Sırttı, sigaradan yine çekti, yine Habib’in yüzüne püfledi.

“Ben sigara kullanmam, şunu bir daha yapmasan arkadaşım.”

“Hah, hatırladım!” dedi, Sokrates, evin yerini tarif etti.

“İleri gitseydiniz iyi olmazdı.”

“Neden?

“Ölürdünüz filan ne bileyim. Yol yok, vatandaş arazisinden devlet yol geçirdi ve parasını vermedi diye yolu eştirdi. Bir yanı uçurum bir yanı çukur.”

Araç geri döndü, arada bir toprak yola girdi, ağaçların arasına gömülü duran tek katlı evi buldular. Hazine bulmuş gibi hissediyorlardı, pembeye boyalı ahşap evin girişinde, saksı altından aldı anahtarı Habib, kapıyı açtı. Herkesin bir telaşı vardı, Ayşe, abdest alıp namaz kılmak derdindeydi mesela. Aile içeri doluşmuştu. Açtılar, yanlarına 10 tavuk almışlardı, ikisi kesilip yenecekti.

Ayşe, ertesi sabah karanlıkta uyandı, kulakları mıknatıs gibi bir şeyi içine, en derinlerine çekmek istiyordu, pencereyi açtı, karşısında yaz ayının yumuşak karanlığı, yoğun ağaçlar vardı, onlardan birine tüneyen bir baykuş öttü. Ezan? Okundu mu, okunacak mı? Ses mes yoktu bir köpeğin havlamasından başka.

Evin eski kiracısı yaşlı adam büyük ve ağır bir masa bırakmıştı, sandalyeler, aile kahvaltıyı bu masaya yaptı.

“Ne güzelmiş masa, oturmaktan dizlerimiz kırılmıyor” dedi evin reisi Mustafa. Karısı çaktırmadan ona ters bir bakış attı. Kahvaltıdan sonra civarı keşfe çıktı aile, mağaralarından av için keşfe çıkan ilk insanlar gibi. Herkes bir ayrı bir tarafa yöneldi, anne ve en büyük kız yan yanaydı. Çevrede sığır bakanlar vardı, şu uzaktaki tavuk çiftliği olmalı, yapının biçiminden belli, her yer ağaç ve yeşillik. Derede ördekler yüzüyordu. Burası İstanbul’un kırsalıydı.

“Anne, bir köyden başka bir köye geldik; ama olsun, birkaç level atladık.”

“Level ne be! Anlayacağım şekilde konuş.”

Kezban güldü ve açıklama yaptı.

Dönüp dolaşıp evin önüne geldiler.

Asfalt yoldan yaşlı karı koca geçiyordu, önlerinde beş sığır vardı, sığırlardan biri tuvaletini yapıyordu, karı koca selam verdi, Trabzonlu’ydular ve şiveli konuşmalarından belliydi. Ama her zaman şive kullanmıyorlardı.

“Burada yaşayan yaşlı kopeğin gitmesine çok üzüldüm; ama sizi görünce sevindim. Boş ahşap evler hüzün verir bana.” dedi yaşlı adam. Tanışma, sohbet başladı. “O kot kafa… çayınız varsa içeriz…”

Akşam oluyordu, ikiz çocuklar evin arkasındaki çimenli arsada plastik topla oynuyordu, kızlar kendi aralarında.

Köyün çok aşağısında, krayolunun kenarında market vardı, Kezban oraya ekmek ve başka şeyler almaya inerdi, bazı abah ve öğle vakitleri. Yakın evin bahçesinin önünden geçerdi, bahçede oturan, vakit geçiren Sokrates’i görürdü, hırpani görünen bu genç adam çay kahve, sigara içer, kitap okurdu, hep bir şeyler yapardı, ya yemek yerdi, ya bir şeyi tamir ederdi. Kezban, ondan korkardı, onunla göz göze gelmemeye özen gösterir, bakışlarını hemen önüne çevirirdi, sonra onun zararsız olduğuna kanaat getirdi, Sokrates onu başıyla, eliyle selamlamaya başladı, çok ciddi ama çok deli görünüyordu, bazen el ederdi, günün birinde; “iyi günler” dedi ona Kezban,

“İyi günler sana da çocuk” yanıtını aldı.

Kezban, çocuk yerine koyulmaya çok içerledi ve epey bir süre, kızgınlığı geçene kadar ona bakmadı, selam vermedi. Sonra yumuşadı Kezban onu bahçe masasında yufka açarken görünce, güldü içinden, böyle bir tip hiç görmemişti. Arada annesini de görüyordu, teyze hal hatır soruyordu, teyzeden hoşlanmıştı.

Sokrates, filozof sakalını kesmişti, kumral saçlarını at kuyruğu bağlamıştı, iki kulağında de küpe ortaya çıkmıştı,

temiz ve entelektüel görünüyordu, ikizler bu değişik adama fitil oluyordu, hiç böyle birini tanımadıklarından, genç adama sataşmak için bahçeye yanaştılar, zayıf olan plastik topu tutuyordu koltuk altında. Oyuna mola vermişlerdi.

Kilolu olan: “Senin adın Feyyaz mı?”

“He, nerden biliyorsun?”

“Annen sana seslenirken duydum.”

“Senin adın ne?”

 “Hasan.”

“Memnun oldum. Ya senin adın?”

“Hüseyin.”

“Feyyaz abi, sana bir soru sorabilir miyim?”

“Sor bakalım.”

“Karı gibi neden küpe takıyorsun?”

İkizler gülmeye başladı.

“Kafama öyle esti, ayrıca ilk Türklerin saçları uzundu karı gibi.”

 “Bırak ya, yeme bizi.”

 “Gel, sana şeker vereyim.”

“Geleyim de kulağımı kopar diye mi?”

“Akıllsınnnn, akıllı kal. Canımı ye. Kalbimi kırma. Kilon var, bak koşarsam yakalarım seni.”

Kezban market için evden çıktığında, Feyyaz ile selamlaşmak daha samimi olmaya başlamıştı. Bu ahbaplık

öyle ileri gitti ki, onu göremeyince meraklanmaya, üzülmeye başladı, bir ışık, bir şey vardı çapulcu gibi görünen bu adamda. “Delinin teki işte” diye düşünürdü; “deli yok, nerde acaba? “aha deli işte orada!”

Ayşe kızıyla bahçede, çimene serilmiş kilim üstünde çay içiyordu. “Neyin var anne, ruh gibisin, boş boş bakıyorsun, yoksa kendini otların arasında ot gibi mi hissediyorsun?” diye sordu.

Ayşe, başını yavaşça çevirip pis pis baktı ona.

“Ya tamam, şaka yapayım dedim, kızma.”

“Benim Üniversitelerim.”

“Ney?”

“Benim Üniversitelerim’ diyorum, sağır mısın?

 Hani bana anlatmıştın ya bir yazarı.:”

Ayşe günün bu saatinde kıçının üstüne oturup çay içmezdi ki. Köle gibi çalışırdı, inekleri sağ, yağ yap peynir çökelek, kasabada bunları sat, ata eşeğe bak, tavukları yemle, çocuklara bak, arsızlaşırlarsa birer tokat çak. Dereden eve eşekle su taşı, sabana koşulan atla tarlayı sür. Derede çamaşırları yıka. Evin avlusunda kararmış kazanı kaynat, konserve yap, domates doğra saatlerce, biber. Ve namaz kıl, namaz kıl, namaz kıl. Buz gibi soğuk suyla abdest al. Komşuya yardıma tarlasına git. Hamur yap, ekmek pişir tandırda. Hayvanlara yal ver. Hayvanları doyur çocukları doyur, kocanın beline ısıttığın tuğlayı koy, sar bağla. Çocukları doyur; yine acıkmış çöl boğazlılar, siz doymak bilmez misiniz? Patates kızartması yok, zıbarın yatın, gece 12 olmuş!

Burada, pembe boyalı ahşap evde hiçbir zorluk yok. Alışık olduğu düzen yok. Canını dişine takmış mücadele edemediğinden, etmediğinden kendini faydasız hissediyordu, boşluktaydı. Onun için imanı gevreyene kadar, mahvolana kadar çalışmak vardı, o fiziğine ve içine işleyen düzenden ayrılınca…

Kapının kenarında keser ilişti gözüne.

“Getir keseri” dedi, gözüyle işaret etti.

Kezban fırladı, keseri alıp geldi.

“Ne yapacaksın onu?”

“Kafanı kıracağım!”

Kezban, kıkırdadı.

Ayşe, keseri toprağa vurdu. Çimenin altındaki nemli toprak köklerle ortaya çıktı.

“Anne, bu humus! Bu toprak çok bereketli söyleyeyim.”

“Ben kuşum tabi, hiç bilmiyorum.” dedi ağzını eğerek. Ses peltek, garip çıkmıştı.

Kezban, kıkırdadı yine.

Kezban, topraklı köklerin yoğun olduğu kısmı işaret etti, “bu kısma humus denir. Çok verimlidir humuslu toprak.”

“Domates mi, hıyar mı ekeceksin, yoksa çarliston biber mi? Patlıcanı unutmalım, unlu kızartmayı süper yaparsın.”

“Çılgın bilim adamının aptal yardımcısı gibisin.”

Kezban gülerek dedi ki: “Ne ekeceksin anacığım?”

“Canım sıkıldı eşeledim. Kalk gezelim oturmaktan sıkıldım.”

“Ama bir şeyler eksek iyi olacak, oyalanırım. Fide almak lazım.”

Çam ağaçları ve uzun otlarla kaplı bahçede ilerlediler ve ta arkada, dikenliğin arkasında bir ahır keşfettiler. Vahşi bitkiler yutmuştu ahırı, sarmaşıklar. Ayşe, mutlulukla geziyordu ahırın içinde.

“Yoksa aklımdan geçeni mi düşünüyorsun anne?” Örümcek ağlarıyla kaplıyı içerisi, güvercin gübreleri vardı etrafta, kanatlar. Birkaç güvercin korkup ufak pencereden gökyüzüne kaydı gitti.

“Hayvana bayılırım. Ama önce siz. 20 sığır alır burası. Biraz tamirat gerek.”

O akşam Ayşe, Feyyaz’ın annesi Sultan’ı konuk ediyordu bahçede, asmalı, ışıklı bahçede. Yaşları birbirine yakındı ve ikisi de dindardı, yaşam çileleri de birbirini andırıyordu, ikisi de hayatta karabatak gibi çata çıka ilerliyordu, birbirlerinden çok hoşlanmış ve ilham alıyorlardı, çay içerek kafa kafaya vermişlerdi, sonsuza dek komşu ya da kardeş kalacaklardı sanki. Sultan eli boş gelmek istememiş, sıcak biber dolması, salata, erişte ve tavuk getirmişti. Onlar şen şamata takılırken vakit su gibi akıp geçiyordu. Bu sırada annesini merak eden Feyyaz, bahçe kapısı önünden bağırdı sinirle:

“Anne nerde kaldın? Gel artık!”

“Az sonra gelirim, sen git.”

Feyyaz gitmedi, sigara yaktı.

Sultan semaver çayından bir bardak daha içiyordu, anlat anlat laf bir türlü bitmiyor, iki kadının da yaşadığı zorluklar,  insanın enerjisinden… en parlak yıllarından Köroğlu atlar çalan zorluklar… meğer ne çok dert biriktirmişler içlerinde… kimselere demedikleri, diyemedikleri…

Ayşe Feyyaz’ı çay içmeye davet etti, Feyyaz kibarca reddetti.

Habib, kadın ve kızlara uzak bir köşede, keyif veren yalnızlığını ve mutlu aile tablosunu hissederek sigarasını tüttürüp çayını içerken ne zamandır tanımak isteyip fırsat bulamadığı dengine sokulabileceğini hissetti, ayaklandı, masadan bir tabak pasta çörek bir şeyler aldı, bir bardak çay, Feyyaz’ın yanında aldı soluğu. Böylece muhabbet başladı.

Kezban, yakındaki ağaçta salıncağa oturmuştu, ikisinin sohbetine kulak misafiriydi.

Feyyaz, hayatını anlatıyordu, öyle kolayına hiç kimseye içini açmazdı; ama hayret, Kezban’ın abisine içini açmıştı, tıp okuyormuş, trafik kazası geçirince ayağından yaralanmış, okula ara vermek zorunda kalmış, sağ ayağı bilekten kopma noktasındaymış, birkaç kez ameliyat olmuş, ayağı düzelmemiş, başka doktora gitmişler, yeniden ameliyat olmuş, ayağına cihaz takılmış, şiirlerini ve öykülerini edebiyat dergilerinde yayınlanıyormuş.

Sakin, ılık bir yaz akşamıydı, siyah renkli siyah cip tek katlı evin önüne yanaştı, araçtan Habib indi, şoför mahalline ilerledi, ellerini dayadı ve şoförle sohbet etmeye başladı.

 

 “Gel bir çay iç, öyle gidersin” diye tutturdu Habib, “yemek yersin, annem çok güzel yemekler yapar, aklını kaybedersin.”

Habib’in dengi genç adam güldü, bahçeye baktı, evin annesi bahçede kocasıyla oturuyordu.

“Seni kırmayayım” dedi genç adam, araçtan indi.

Habib, dostunun koluna girdi nişanlıymışlar gibi: “Yemek buldun ye, dayak buldun, kaç. Annemin meşhur lafıdır, ha, bir de aç köpek değirmen yıkar derdi. Biz ufakken, kızardık ona, bu söz çok kaba gelirdi bize; ama büyüyünce anladık bazı şeyleri. Evet, biz gerçekten aç köpek yavruları gibiydik ve kalabalık ev olunca… doymak da bilmezdik… ne desin kadıncağız…”

“Anne, bu benim patronum, Kazım” dedi, masaya kuruldular,

o ara Kazım Kezban’ı fark etti, Kezban ona şeker kabını uzatınca. Kazım’ın içinde bir şey oynadı, çatırdadı, tatlı bir şeyler canlanmıştı kalbinde, birdenbire. Bu yanık tenli, iki yana dalgalı saçları olan zarif kız onu sersemletmişti, genç kızın mahzun bakışlarında sanki ömrü boyunca aradığı o şey, ruhaniliğe çok benzeyen sıcak şey vardı. Gözlerini ondan alamamıştı. O çekim sarmalında korku duydu, saçmalarım diye, yanlış bir şey yaparım diye; çünkü içkiliydi, normal görünmeye çalışıyordu, çakırkeyif olmanın tesiriyle kızdan bir alev sıcaklığı geldiğini mi sanıyordu, neydi bu?.. Ayşe, eski köy hayatından, hayvan sevgisinden söz ediyordu, mümkün olsa burada da hayvan bakardı, gördüğü eski ahırdan söz etti, burada manda bakmanın makbul olduğundan.

Kazım müteahhitlik yapıyordu, Habib’i inşaatlarının birinde kalfa olarak işe almıştı, Habib, eski bir arkadaşına göç durumunu anlatınca. Bu eski ahşap ev de Kazım’lara aitti. Babasının İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda yaptırdığı bağ evi, sonra inşaatlarında bekçilik yapan yaşlı adam oturmuştu boş duran evde, adamın karısı ölünce köyüne gitmişti… Bir inşaatta kalfalık görevi mühim bir görevdir, kaba inşaatın her aşamasını bilmek gerek, işçileri yönetmesini. İşçiler koyun gibi ayakta uyurlar ve ne yaptığını bilemezler, sürünün çobanıdır kalfa, sık sık bağırıp çağırmak, işin düzgün ve zamanında bitmesini sağlamak gerek. Hayatı inşaatlarda geçen Habib bu işlerin kurduydu ve kendini sevdirmişti patrona ve işçilere. Kalfanın aldığı ücret de çok güzeldir. Kazım, Habib’in çok uyanık, zeki ve iş bitiren biri olduğunu görünce onunla yakınlık kurmuş, onu yemeğe ve içmeye götürmek istemişti, iki kez başarabilmişti bunu, kardeş gibiydiler, çoğu zaman Habib onu reddediyordu, “yarın erken kalkmam lazım” deyip.

“Geç kalkarsın, sorun yok, patron benim.”

Kazım, Habib’e hayrandı, onun çalışkanlığına, mücadeleci yapısına, şerefli bakışına, içmeye gittiklerinde Habib içkiden birkaç yudum almış, içkiyi kaçıran Kazım’ı korumakla uğraşmıştı, masraf çıkmasın diye sadece kuru ekmek yemişti masada. Kazım, tilki gibi uyanık biriydi, İstanbul adama bunu öğretir, her detayı beynine anında geçirmiş, akıl ve düşünce süzgecinden geçirmişti, böyle namuslu, gözü gönlü tok biriyle hiç tanışmadığı, dost olmadığı açıktı. Böyle namuslu insanlar yoktu hayatta. Çoğu dostu onu yemeye çalışmıştı, içerken, yemek yerken, her zaman, güveni suistimal etmişlerdi, kızlar ve erkekler. Dost gibi görünmüşlerdi.

Ertesi günün akşamı kamyonla dört manda getirildi evin önüne.  Hayvanlar bahçede otluyordu, sonra kamyonetle tahtalarla, iki usta geldi, ahırda tamirata başladılar.

Akşam Habib’le geldi Kazım, ellerinde yiyecek içecek bir şeyler, Kazım bir sürü erzak almıştı, bahçede yemekten sonra çay içiyor, sohbet ediyorlardı. Ayşe, çok sevinçliydi, evlat sahibi olmuş gibiydi. Hayvan sevgisi böyledir… Habib’in, karşılıksız bir şey almak kitabına uygun değildi; ama karşısındaki patronuydu. Habib, sık sık şöyle düşünürdü, “bu adam beni deniyor mu, kimse bu kadar cömert olamaz, neden beni seviyor ki?” Ve annesini böylesine coşkulu ve mutlu görmek ona çok iyi hissettirmişti. Habib, çok şey yapmış; ama annesini bu kadar çok sevindirememişti. Bu durum Kazım’la aralarında olan bağı perçinlemiş ve sarsılmaz hale getirmişti.

Ailenin, özellikle annelerinin hayatı eski günlerdeki gibi mücadeleci ve hareketli hale gelmiş, bu canına başka bir can katmıştı. Küçük kızlar komşu kızlarla evcilik oynuyor, ikizler komşu çocuklarla maç ya da başka oyunlar oynuyor, Kezban ise abla olarak ağırbaşlı ve sorumluluk sahibi olarak takılırken annenin baş yardımcılığını üstleniyor, işleri idare etmekten anasına yardımcı oluyor, anasının eksik kaldığı yerde babasıyla ilgileniyor, onun sırtına krem sürüyor, ocakta ısıtılan tuğlayı sırtına koyuyor kuşakla. Çocukları yediriyor, ekmek ya da başka şeyler almaya markete iniyordu, her gün büyük bir hareketlilik ve coşku doluydu, o uzun yolda tek başına yürürken düşlere dalıp düşünüp taşınma fırsatı buluyordu, hayatına dışarıdan bakabilmeyi. Hep aşağı komşu evde oturan Feyyaz’ı arardı gözleri. Karman çorman uzun saçlar, patlak lastik gibi gözler, karga gagası gibi iri burun, yüzündeki oranlar sıra dışıydı. Böyle çirkin bir yüz hiç görmemişti.

 

Bir gece Kezban bahçede ağaçların arasında binlerce yıldızı ve ayı seyrediyordu sırt üstü çimene uzanmış. Şükran hisleriyle doluydu, kendinden geçiyordu yaşamın ona verdiklerini düşünüyordu, çok huzurluydu, Habib onun başına yaklaşmış, diz çökmüş, bir elinde sigara ve diğer eliyle yanağını ve saçlarını okşamış, şöyle demişti: “Sana ne kadar değer verdiğimi biliyorsun, seni incitmelerine asla izin vermem, Feyyaz denen kopuktan uzak dur.”

“Neden?”

Habib, izah etmek istemedi; ama Kezban ısrar ediyordu, uzandığı yerde toparlanmış, bağdaş kurmuş, ağlar gibi ısrar ediyordu.

“Zaferist o, böyle biri sana zarar verir.”

Abisine karşı çıkacaktı; ama ses etmedi. Tartışmaya girmek olmazdı. Başını önüne eğdi.

“O sakıncalı herif okuldan atılmış. Bana ‘ara verdim’ demişti, yalancı biri o.”

Sıcak yaz günlerinden biriydi ve incir ağaçlarındaki incirler ballı hale gelmiş, toplanmayan incirleri ya kuşlar yiyor ya da güneşte iyice sulanıp çürüyüp yere düşüyordu. Kezban eve ekmek dolu poşetle dönerken bahçenin kenarında sigara içen Feyyaz’la sohbete dalmıştı, bahçedeki masada bir kitap vardı.

“Kitabı merak ettim?” diye sordu Kezban, bu kitabı nicedir Feyyaz’ın bahçedeki masasında görürdü, arada Feyyaz kitabı açıp okurdu. Bu kitap masada demirbaş gibi dururdu. Neden hep masada dururdu, konusu neydi?

 “Kaya gibi bir kitaptır ‘Pansiyon Manzumeleri.’ Tekrar tekrar okuyorum, kitabın ruhunu yeniden hissetmek için, şiir yazmama yardımcı oluyor, vereyim oku; istersen.”

Kitabı masadan alıp dikenli tel çitin kenarına geldi, “sana bir şey diyeceğim; yüzüne kırmızı güller akın etmiş sanki.”

Kezban, abisinin kulak arkası ettiği sözlerini hatırladı, korku duyuyordu: “Ne diyorsun sen be!”  diye parladı, “düzgün konuş benimle! Yüz verdik astar isteme!”

Feyyaz, durgun ve şaşkın biçimde bakakaldı ona.

“Şey, yanlış anladın beni, çocuk” dedi.

Kezban pişmandı, sözleri yeniden düşündü, sözleri anlayamadı: “ne demek istedin?” dedi, “Yanlış bir şeyler geveledim.”

 “Boş ver” dedi üzülen, çok bozulan Feyyaz.

“Söyle!”

“Kitabı alacak mısın?”

“Ver.”

Kezban, eve gitti  ve ağladı. “Çok güzel bir şey kast etmiş olmalı, nasıl anlayamadım ya! Neden bana asıldığını düşündüm ki!”

Sabahın erken saatleriydi, hava tam aydınlanmamıştı, Kezban, balkonda puslu ışık altında kapanmış kitap okurken abisi çıktı balkona, bir elinde çay bardağı, sigara yakmıştı, az sonra işe gidecekti, “annem ahırda, sen burada kitap okuyorsun, oldu mu şimdi?”

“Az sonra kalkacağım, annem ben hallederim demişti.”

Habib, kitabın adına baktı: “Pansiyon Manzumeleri.”

“Onunla konuşma demiştim!”

“Sadece bir kitap aldım ondan.”

“Okuma bu kitabı!”

“Kitaplardan zarar gelmez derdin? Sen demez miydin: Okumak iyidir, ‘mürekkebin akmadığı yerde kan akar.”

Abisi gülümsedi ve başını salladı: “Aferin, unutmamışsın. Bak güzel kardeşim, bu kitap deli bir alkoliğin yazdığı kitap, bir Zaferis’tin yazdığı kitap. Bunlar seni zehirler, hayattan koparır, böyle uyumsuzlar seni hayallerinden de uzaklaştırır, mahvolursun. Bütün değerlerimize isyan eden biri olup çıkarsın, küfre saparsın. Şeytana uyarsın.”

Bir çığlık geldi. Kadın çığlığı. Fırladılar. Asabi mandanın biri ahırdan çıkarken boynuzla vurmuş Ayşe’ye, mandayı satan da onun darbelerini yemiş, ondan bıkmış yaşlı bir kadıncağızdı, onu büyüten… Kasaba göndermeye gönlü razı olmamıştı, bazı zamanlar öfke patlaması yaşardı manda… Puflayan manda ahırın direklerinden birine vurmaya çalışıyordu, Ayşe, ahırın zeminine düşüp bayılmıştı, baştan sızan kanı görünce çığlık attı Kezban. Ayşe, hastaneye yetiştirildi, yoğun bakıma alındı, ertesi gün sabaha karşı ölüm haberini verdi doktor. Bu acı şok dalgası dinamit gibi bütün aileyi yıktı geçti.

Günler acı bir sessizlik ve kıvranış içinde geçiyordu evde. Annesiz yaşamaya alışmaya çalışıyordu herkes ve hayatta katlanılmayacak acı yoktur, aç çocukların doyması, tencerenin kaynaması gereklidir. Aile, kalan hayatına kaldığı yerden devam ediyordu. Evin yumuşak karakterli ve sevgi dolu reisi Mustafa da belinden rahatsızlanmış, hastanede yatıyordu, Kezban, arada hastanede kalıyordu refakatçi olarak. Üniversiteye kaydını yaptırmıştı; ama durumlar iyi değildi, evde çocuklara birinin yemek yapması lazımdı, evdeki işlerin yapılması lazımdı, abi bu işlere el atıyordu, birlikte iş yapıyorlardı, ve; “Kezban bu böyle gitmez, daha fazla sorumluluk alman lazım” dedi bir gece, ‘üniversite okumayı boş versen iyi olur’ demek istiyordu aslında, üniversiteyi nasıl bıraktığının hikayesini anlatıyordu: Habib’in mimarlık fakültesinde ikinci yılıydı, bir telefon aldı, telefonun diğer ucundaki babası; “sana para yollayamıyorum, alacağım vardı, onu alamadım, bu akşam yine deneyeceğim, parayı alırsan sana yollarım” diyordu, bir saat sonra telefon yine çaldı: “Babanı fena benzettiler.” diyordu amcası, hastanedeyiz. Genç adam eşyalarını toparladı ve okuduğu şehri terk etti, babasıyla ilgilendi hastanede, babasının kırıkları vardı bir kolunda, kaburgalarında, babasını bu hale getiren adam ve iki oğlunu nerdeyse öldürecekti, hastane masrafları ve borcun ödenmesi karşılığında şikayetten vazgeçildi. Alacağı paradan fazlası geçmişti ellerine, sevindi Mustafa: “Sen okula dön, sorun çözüldü.”

“Olmaz.”

Böylece genç adamın üniversite hayatı bitmişti, ailesini zora sokmak istemiyordu, bir daha babasını asla yalnız bırakmayacaktı, yemiş etmişti. Uysal ve sakin bu adamı gücü yeten ezmeye çalışıyordu çünkü. Ve adamcağız ona para yetiştiremiyordu.

Evin annesi rolünü üstlenen Kezban kapana yakalanmış serçe gibi sıkıntılıydı, her günü üzülerek geçiyordu, annesiz yaşamak acısı hiçbir şeye benzemez, içini Feyyaz’a döküyordu, “konuştum abimle, gelecek sene üniversiteye başlayacağım, bir sene sabret” dedi, “Okumam lazım, okumam lazım, hayatta hiçbir şeyi bu kadar istemedim, annemi bile bu kadar sevmedim, okumam lazım” deyip neler yapacağını, hayallerini anlatıyordu Feyyaz’a, bahçenin oradan geçerken ayaküstü sohbet değil; bahçede çay kahve içerken, bisküvi yerken, abisi Kezban’ı eskisi gibi kontrol altında tutmaktan vazgeçmişti; çünkü kardeşine ağır bir sorumluluk vermiş ve karşılığında ona bir özgürlük tanımıştı.

“Bana dua et de başarayım, Feyyaz abi.”

“Tabi” diyordu Feyyaz ama; içinden geçen şuydu:

 “Bu kız okumasa çok iyi eder, umarım okuyamaz, bir şeyler olur da. Okusa yoldan çıkacak, yanlış bir şey bulaşacak, orada uyuşturucuya, çok yanlış bir şeylere alıştıracaklar bunu. Bu kız iyi biriyle evlense çok iyi eder, anca kendini kurtarır.”

Abisi sonra; “sana bir iş bulalım” dedi, “evde bunaldın.”

“Çok iyi düşündün abi!”

Habib’in iş durumları iyi gitmiyordu, parasını alamıyordu. Eve para yettiremiyordu, sırtındaki yükü azaltmanın yolunu böylece buldu, kız kardeşinin çalışması! Ablalığı, ev işlerini diğer kızlar halledebilirdi.

Böylece Kezban çalışmaya başladı.

Feyyaz, buna çok sevindi. Sohbet ettikleri geç bir saatti. Etrafta yakında bir yerde kafa ütülüyordu bir cırcır böceği.

O Karanlık iyi hissettiriyordu, huzur ve umut, kararlılık.

Feyyaz dedi ki: “Moralini bozma, çocuk, çalışmaya devam. Üniversite okumak zor bu zamanda, okul

bitirince iş bulmak mesele, ben gittim de ne oldu, hiç, belki bir gün başlarım yeniden; ama umurumda değil, sen de istersen ilerde. Hayatta ne olacağı bilinmez, 2 üniversite bitiriyor adam, sonra bambaşka bir alanda çalışmaya başlıyor. Okumak şart değil hayatta bir yere gelmek için.”

Kezban, ağlamaklı bakıyordu ona. Bu konu içini acıyan yerlere gitmişti.

“Ben yazarlık yapacağım, sen de bir yol bulursun; üzülmeye değmez.”

 “Haklısın. Bulaşıkçılıktan garsonluğa terfi ettim!” bugün” dedi gülerek.

“Bir haftada büyük ilerleme!”

“Sen orada daha güzel iş yaparsın” dedi patron, mutfak yaşlı kadınlara göre.”

“Ama canını sıkanlar olacaktır. Kafanda büyütme onları.

Su gibi ak git, ben de bıraktım üniversiteyi, sorun yok, belki bir gün başlarım, yazarlık daha güzel. Bağımsız olmayı seviyorum.”

Kezban’ın gözleri bulutlandı, içinde, çok derinlerde bir yerinde anıt bir ağaç oynamıştı kökten. “Param olunca anne” diye başladığı cümleler…kurulamayacaktı.

Komşulardan biri onların yanından geçiyordu:

“Feyyaz abi selam, nasılsın?”

“İyidir” dedi.

Genç adam Kezban’a gömülür gibi bakmıştı, Kezban başını öteki tarafa çevirip onu görmezden gelmişti.

Feyyaz dedi ki: “Bu çocuk uzman çavuş, 23 yaşında, sana aşık olmuş, seninle evlenmek istiyor, bence bir konuşsan iyi edersin, belki seversin.”

“Ya saçmalama Feyyaz abi!”

“Çok değerli bir çocuk; kaçırma. Tanı bence.”

“Umurumda değil! Ben de diyordum bu neden bana pis pis bakıyor diye.”

“Bana çok dil döktü, aramızı yap diye, yalvardı, çok sevdiğim bir çocuktur. O karışık kalabalık evden en kısa sürede kaçıp kurtulmalısın, o evde kaldıkça işin bitik benden söylemesi.”

“Bu sözleri duymamış olayım!.”

Kezban, geç ve boğucu sıcak bir saatte işten eve dönmüştü, morali bozuktu, çalışmaktan beli sızlıyordu, ayakları, canından bezmişti, yaşama hevesi kalmamıştı, gençliğinin kıpır kıpır eden heyecanları ölmüştü, ona göre bir sürü mal insanla uğraşıp durmuştu. Dertleşmeye ihtiyacı vardı, çok üzgündü, ağlayacak gibiydi ve bomboş bir hayatı olduğunu düşünüyordu. Feyyaz’a bakındı, Feyyaz, çay içiyordu bahçede.

“Hişst” diye seslendi Kezban, ona el etti, Feyyaz ‘gel’ işareti yaptı, Feyyaz, ona çay koydu, az sonra Kezban iyi hissetmeye başlayınca otobüste gördüğü aşık çiftten söz etmeye başladı: “Aynı üniversiteye gidiyorlarmış. Ben de gitsem bulurdum bir tane, düzgün birini, restoranda inek heriflerle uğraşıp duruyorum, parası çok; ama aptal adamlar işte.”

“İyi ki de üniversiteye gitmiyorsun.”

Kezban parladı: “Neden böyle söyledin?!”

Feyyaz, ayarı kaçırmış, dilini tutamamıştı.

“Gitmemen belki de iyiliğine olandır, hatta kozmik derecede bir iyilik… olanaklar doğuracaktır belki de. O kafanda tatlı tatlı hayalini kurduğun üniversite okuyan mutlu kız gerçek dışı, milyon sıkıntısı var öğrenciliğin, okul bitince iş de bulamayabilirsin.”

“Orası öyle.”

“Daha açık konuşmamı ister misin, kızmayacaksan ya da kırılmayacaksan?”

“Konuş. Kızmam, kırılmam da.”

“Başında abin olursa asla okuyamazsın. Eminim, üniversite okusan o rahat ortamda kesin yoldan çıkarsın, serserinin birine vurulursun, ne bileyim, birçok erkekle birlikte olursun, bunu özgürlük zannedersin, bir piç doğurursun,  ne bileyim, uyuşturucuya alıştırırlar seni, bağımlı olursun, okuldan atılırsın, sokaklara düşersin.”

Kezban, büyük bir kahkaha attı: “Sen beni hiç tanımamışsın.” Sonra önüne baktı, çay bardağına. Dalıp gitti, sessizliği bitmek bilmiyordu. Kezban, gülerek tepki vermişti; ama duydukları ruhunu acıtmış, o parlatıp süsleyip püsleyip kurduğu üniversite okuyan cici ve namuslu kız hayalinin merkezine dalmıştı, olmayacaktı, olamayacaktı, onu geride bırakmak zorundaydı! Annesini geride bıraktığı gibi, gözlerinden yaşlar düştü, hemen sildi, derin bir nefes aldı, gözlerinden bulutlanmayı dağıttı. Feyyaz, densizce laflar ettiğini anlamış, sessiz acıyı, çığlık atan üzgün duruşu hissetmiş, onu oradan çıkarmak için dedi ki: “Şu kırmızı güllere baksana! Ne kadar güzeller! Onları ben diktim.” Kalktı, hemen birkaç tanesini kopardı ve Kezban’a uzattı: “Kokla.”

Kezban, gülleri kokladı, “ben gideyim, geç oldu” dedi, üzgün ve cılız sesiyle, kalkıp gidiyordu.

“Canını sıktım, özür dilerim” dedi Feyyaz.

“Yok yok. Acı gerçekleri yüzüme söylediğin için teşekkür ederim, Feyyaz abi, gerçek dost budur.”

“Tekrar özür dilerim, küçük kız.”

Kezban, yatağa uzanmıştı giysilerini çıkarmadan, yan yatmıştı, kırmızı güller yüzünün önündeydi, o muazzam kokuyu içine çekerek ağlıyordu, annesi en mutlu anlarının birinde ölmüştü, baş edilemeyecek gibi görünen korkunç bir kalp sızısı, asla geri gelmeyecekti, üniversiteye de gidemeyecekti, o benzersiz yaşam sevinci, sımsıkı sarıldığı umut yoktu, neye sarılacaktı? Bu gece üniversite okuyan mutlu ve cici genç kıza veda etmesi gerekiyordu, mecburen, mecburen, mecburen!

Feyyaz’ın dedikleri parladı gözünün önünde: “Gitmemen belki de iyiliğine olandır…”

Ve annesinin şu sözünü hatırladı: ‘Benim Üniversitelerim.’

Rahatlamış ve iyi hissederek uykuya daldı, acı yoktu.

Kezban, bitik biçimde işten eve geliyor, kardeşlerinin yarım yamalak yaptığı işleri yapıyor, onlarla dalaşıp kavga ediyor, onları hizaya sokmaya çalışıyor, arada hastaneye babasının yanına uğruyordu, babası karısından söz edip çocuk gibi ağlıyor, babasına sarılıp onu teskin ediyor, baba yas sürecini bir türlü aşamıyordu, bu can sıkıcıydı, bu yüzden babasının yanına gitmek istemiyordu. Neyse ki doktorlar bunu sepetledi, “sen iyi oldun” diyerek. Mustafa her sabah evden çıkıp gece yarılarına dek kahvehanede vakit geçiriyordu, yeni meşgalesi okey ya da tavla oynamaktı, ara ara da içmeye başlamıştı o oyun arkadaşlarıyla.

Bir gün Kazım eve uğradı, “sana olan borcumu ödeyeceğim, atla araca” dedi, Habib o sıra iş arıyordu, sevinçle araca atladı.

Araç şehir içinde parlak, pahalı bir caddeden geçiyordu, “Kezban şu restoranda çalışıyor, dur da bir selam vereyim” dedi Habib.

“Olur, onu da alıp yemeğe gidelim.”

Habib, restorana girdi, kız kardeşiyle konuştu, Kezban patronundan izin alıp geldi, araca bindiler.

Araç sahil şeridinde sakince ilerliyordu, camlar aralıktı, serin bir sonbahar havası vardı, sigaralar yakılmış, müzik açılmıştı. Kazım aracı benzinliğe çekti, Habib araçtan çıktı ve benzinliğin marketine yöneldi, Kazım, radyoda romantik bir müzik açtı, dikiz aynasından arkada oturan Kezban’a baktı, “dışarıda bekleyelim” dedi, benzincide sıra vardı ve araçlar sıra bekliyordu, ağaçlı alana ilerlediler, Kazım dedi ki: “Lafı dolandırmadan hemen söze gireyim; seni çok beğeniyorum, bunu biliyorsun, aptal değilsin. Benimle evlenir misin? Hemen cevap vermen gerekmiyor. Her istediğini yaparım, gül gibi bir hayatın olur. Ailene de yardım ederim.”

Kezban, nerdeyse kahkaha atacaktı, bu ona çok komik gelmişti, koca ve saygın adam ne kadar acınası görünüyordu, şöyle düşündü o an: “Köyden şehre gelen Kezban’ı götürmek öyle kolay iş mi sandın, avanak herif, paran pulun var diye.”

 “Kazım abi, sen çok değerli birisin; ama ben evlenmeyi düşünmüyorum, o psikolojide değilim. Benden çok daha iyilerine layıksın, o kişiyi bulman için dua edeceğim. Kusura bakma.”

Kazım, bir küfür etti, tam olarak küfür değil, erkeklerin iş ters gidince söyledikleri bir sözdü.

Kezban güldü. Kazım ona baktı, o da güldü: “Böyle diyeceğini biliyordum; ama bir şansımı deneyeyim dedim, kusura bakma.”

Benzin işi çözülmüştü, araç ilerledi ve Kazım aracı uygun yere çekip katlı spor çantasıyla araçtan çıkıyordu: “Bankaya uğramam gerek. Az sonra geleceğim, bekleyin.” Tam bu sırada Kazım’ın cep telefonu çaldı, Kazım karşı taraftaki kişiyle tartışıyordu; “paranı ödeyeceğim, yeter be!” diyerek cep telefonunu kapattı.

Uzun bir süre sonra Kazım göründü, koşarak geliyordu, Habib içerde sıkılmış, aracın ön kaputuna yaslanmış sigara içiyordu. Kazım fırlayıp geldi, spor çantasını iki eliyle tutup Habib’in karnına doğru uzattı. Kaygıyla arkasına baktı:

“Bu çantayı sakın kimseye verme! İçinde çok para var. Hemen sakla. Az bir işim çıktı; geleceğim.” Koynundan çıkardığı iki dolar destesini Habib’in koynuna attı gömlek arasından, biri senin için, biri Kezban ve diğerleri için.” Kazım, aracın arkasına gitti eğilerek ve koşarak gözden kayboldu, bu sırada koşarak geldi üç adam. Biri şişman, biri uzun, biri kısa boyluydu, spor çantayı istiyorlardı: “Bizim alacağımız var, paramızı ödemedi, ver çantayı!”

“Bu dediğin haydutluğa girer.”

Kazım’ın işleri berbattı, vekalet verdiği yaşlı avukatı ve karı koca olan muhasebecileri tarafından ustaca dolandırılmıştı, kurtarabildiği son parasıyla… Alacaklı üç kardeş Kazım’ın terk edilmenin acısıyla çok kızgın olan sevgilisini ablukaya almış, para karşılığında öğrenmişlerdi: Kazım temerrüte düşmüş ve Arnavutluğa kaçacaktı… Alacaklılar araçlarıyla Kazım’ın aracını yakın takipteydiler…bir süre önce Kazım’la cep telefonunda konuşmuşlardı.

Diyalog kanlı bir çatışmaya dönmek üzereydi, üç adam Habib’i ikna edemeyince tehditlere başlamışlardı. Kısa boylu olan çok ağır bir küfür savurdu, Habib’in annesine küfür etmişti, Habib, adama dalacağı sırada; “ne oluyor burada?!” diye bağırdı biri, gelen Feyyaz’dı.

Uzun boylu adam: “Sen karışma sakat! Geç git yoluna! Böcek gibi ezerim seni!”

“Köpek yavruları gibi dağılmazsanız sizi perişan ederim!”

Uzun boylu adam güldü. Kısa boylu adam yumruk atmak için atıldı. Feyyaz, koltuk değneğini Bruce Lee gibi süratle kaldırıp çaktı, kısa boylu adam neye uğradığını şaşırdı, geri geri gitti, şuuru kapanmıştı ve düştü, başını kaldırıma çaptı. Kan akıyordu. Saliseler içinde başın çevresi kan gölüne dönmüştü. Bir anda olmuştu her şey… Ambulans… polisler… sürekli büyüyen meraklı ve aptal kalabalık…

Feyyaz, hapisteydi. Çünkü adam oracıkta, anında ölmüştü. Kezban, çok kez Feyyaz’ı görmeye gitti; ama onu göremedi, sonunda Feyyaz görüşmeye çıktı: “Ne istiyorsun benden kızım?! Gelme artık! Sorma beni, benim işim bitti, bak hayatına!”

Kezban, ağlayarak dedi ki: “Abim çok sağlam bir avukat tuttu… Sana çok değer verdiğimi biliyorsun. Sen çıkınca…”

Feyyaz, sözünü kesti bir elini havaya kaldırarak, “Yıllarca hapis yatacağım. Benden sana fayda yok. Gençsin, güzelsin, çok değer vereceğin birileri olacaktır.”

Kezban, ağlayarak görüşmeyi terk etti.

 

Yıllar… Sonra….  Yıllar… Yani… Karaman’ın koyunu; sonradan çıkar oyunu…

Kezban 28 yaşına gelmişti. Abisi Habib evlenmişti, ikiz kızları olmuştu. Sıcak yaz gününün ikindi vakitleriydi. Kezban, yeğenlerini parka götürmüştü. Çocuklar oyun oynarken oturduğu banktan satıcıyı fark etti, yerinden kalktı, çekirdek ve su satan adama yanaştı.

Beyaz kep şapkalı adam başını yerden kaldırınca Kezban şaşıp kaldı, ağzı aralıktı. O an hayat durmuştu onun için, evren yoktu, varsa bile dünya dönmüyordu. Bu sırada trafik curcunası, korna sesleri, satıcı sesleri, müzik sesleri… çocuk çağıltıları bir sisin altında ezilip gitmişti, Kezban, sadece güçlü biçimde çarpan kalbinin sesini duyuyordu, devasa bir sesti bu, kulaklarında güp güp güp eden kalbinin sesi.

Bu seyyar satıcı Feyyaz’dı.

Feyyaz’dı; ama Kezban onu bahçede güzel güzel sohbet ettikleri anların birindeki gibi görüyordu, yüzü ışık ve muhteşem bir çirkinlik saçıyordu, ay ışığı vardı o gün, yaz esintisi, kırmızı güllerin kokusu.

Ötede beş altı yaşında erkek çocuğu “baba” diye ona seslendi.

“Çocuğu olmuş” diye düşündü, üzüldü, hep Feyyaz’la evlendiğini, onun bebeğini doğurduğunu hayal etmişti: “Ne kadar aptalmışım(!)”

“Çekirdek alabilir miyim?” dedi, Kezban, “mal herif beni tanımadın” diye düşündü.

“Buyur Kezban, para istemem.”

“Demek evlendin, çok güzel bir çocuk!”

“Arkadaşımın oğlu, arkadaşım öldü, kavgayı ayırırken kazara vuruldu, karısı da ondan bir sene önce yüksek doz uyuşturucudan ölmüştü, bende o pisliklere bir ara bulaştım; amam annem, anne sevgisi, annemin duası beni korudu bence… Bıraktım… Çocuğu halasından aldım, benden başka ona yakın erkek yok, rol modeli yok, beni babası sanıyor zavallıcık.” Güldü, “kızların çok güzel!”

“Abimin kızları.”

 “Hayat seni yoldan çıkaramamış ya da harcayamamış, çok güzel görünüyorsun!” dedi Feyyaz, kızın bakışlarından o ilk ruhunu koruduğunu hissetmişti, o eski saf ve ruhani bakışları üstünde hissetmekten mutluydu.

“Perişan etti ama.”

“Üniversite hayalin ne oldu? Çocuklar büyüsün, işi bırakıp başlayacağım diyordun?”

“Fırsat yok derdim, fırsat oldu, kaldım ceset gibi, bir noktada kaldım. Daha doğrusu ‘Benim Üniversitelerim’ onun yerini aldı.”

“Anlamadım?”

“Hayat üniversitesini bitirdim.”

“Anladım” dedi gülümseyerek, “bence dondun kaldın.”

Güldü: “İyi tarif ettin. Donup kaldı hayatım bir noktada.”

“Kimseyi sevmedin mi?”

“Yok. Sevemedim.”

“Yeniden başla.”

“Bilmem.”

“Koltuk değneklerin yok.”

“Tedavi oldum.” dedi Feyyaz, çimende sarı yabani bir çiçek gördü, hemen eğilip adlı, Kezban’a uzattı. Kezban çiçeği aldı eline. Feyyaz’ın verdiği ilk kırmızı gülleri, onları hiç unutmamıştı. Bir yerde, bir şeyle, bir şeylerle mühürlenmişti hayatı ve o mühür az önce kırılmıştı sanki, (aydınlanma an’ı) mahzene vurulan devasa kilitli kapının gıcırdayarak aralanması gibi. Bir derin ve çok kabarık sabıka dosyası gibi, bir şeyler olur, kontrol edemezsin, orda kalır ve bitersin. Ve bütün çakra merkezleri bir ambulans gibi çığlık çığlığa ışıklarını yakmış ilerliyordu, Kezban, içine doğru ağlıyordu, annesini hatırladı, anneyi kaybetmenin travması… içe öyle bir işler ki acısı…ve insan kendisi için bir şey yapmak istemez, sevmek istemez, evlenmek istemez, körelir kalır. Ve şimdi içi açılmaya başlamış, büyük düğüm birden açılmış, rahatlamıştı.

Gerçek çekirdek satıcısı geldi, kahvehanede ihtiyaç molası vermişti: “Abi, tezgaha baktığın için çok teşekkür ederim..”

Feyyaz, ona bir miktar para verdi.: “Üstü kalsın.”

“Şu banklara gidip otursak?” dedi Kezban, “yeğenlerim orada.”

“Olur” dedi Feyyaz.

“Ne iş yapıyorsun?”

“Restoran açtım.; ama şunu söylemeliyim: Gerçek özgürlük hiçbir şeye sahip olmamaktır. Tek kuruşum yokken daha özgürdüm. Mutlu değilim, iş stresinden bıktım. Mesele para değilmiş. Dağda bir yerde yaşamak istiyorum.”

Kezban, çocukluğunun geçtiği yerleri, dağları hatırlayarak gülümsedi. “Feyyaz” dedi, onun adı kuşlarla karışık bir şeyler gibiydi, söylemesi ve duyması mutluluk vericiydi, bunu söyleyecekti.

Bu kez; “Feyyaz abi” dememesine Feyyaz sevindi.

 

Karaman’ın koyunu; sonradan çıkar oyunu…

 

 

İsa Kantarcı

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Daha gelişmiş bir ülke olmak için

  Şiirle başladım yazarlığa. Edebiyat dergilerinde şiirler yayınlattım. Sonra öyküler. Sonra roman yazmaya başladım. Hedef: Daha güzel ve nitelikli bir ülke. Adil bir ülke! Cezaevlerini masum insanlarla doldurmayan bir ülke.. İsa Kantarcı

GENÇ KIZLARIN İÇ DÜNYASI VE DIŞARDAKİLER

  GENÇ KIZLARIN İÇ DÜNYASI VE DIŞARDAKİLER   Bir kadının yaşı ilerlemişse, artık işlerin hiç düzelmeyeceğini anlamışsa ya da anlamazdan gelmeye çalışıyorsa, ‘yine de bir umut vardır’a sığınmaya çalışıyorsa, birçok hayal kırıklığı biriktirmişse, anne de olamamışsa; bir şeye, bir varlığa sığınmak ister, kızı gibi göreceği bir varlığa… ve o kızı bulduğunsa akıl almaz bir dürtüyle, onu milyon kez doğurmuş gibi, onu doğurmak için yaşamın en güçlü şeytanlarıyla ve engelleriyle bir arenada savaşmışcasına o kızı sahiplenir, bağrına basar. O kutsal alfa ışığı, o mercek, o sihirli şeffaflıktan bakar adeta evrenin en karanlık yüzünü görür gibi, aydınlatır gibi heveslerle, tutkuyla… bu tutku birike birike dağlar olan hayal kırıklıklarını eritmeye başlar, annelik oyunu böyledir, bu akıl almaz içgüdü, kadının canı sıkan şeylerin ve başındaki belaların önemi yoktur, onu yaşatan bir aşkı, bağlantısı vardır hayatla, kozmik bir bağlantı. Ve bu genç kıza bakarken kendi genç kızlığını hatırlar, karşıs